Roman bitmişti, çünkü Ramon onu ve dünyasını yaratan ilk hatayı düzeltmiş, varolmamayı seçmişti. Önce küçük vücudundaki tüm kan çekilmeye başladı. İçinin boşaldığını, bir yokluğu doldurmak üzere kaybolduğunu hissetti Ramon. Derisi, eti, kemikleri; sonra Atölye, küçük adamlar, Turkut, değirmenler, keçi; hepsiyle birlikte bir yokluğa sürükleniyordu. Goyun’u gördü, öyle sandı ya da, düzeltemediği tek şey onun için yolu açıyordu sanki. Sonsuz bir kelime denizinin içine girdi, oradan çıkamayacağını biliyordu, çünkü her şey orada başlar, orada biterdi. Her şeyi yaratan kelimeler birbirlerine karışır, yeni cümleler kurar, yeni hayatlar verirken; bazı cümlelerin dağılması, bir şeylerin bitmesi gerekiyordu. Yazar kağıt tomarını önüne çekti. Ramon’un bıraktığı kalemi aldı, en arkadaki sayfayı açtı, kelimelerin bittiği yere, “bitirmek için bile, kelimelere ihtiyaç var: SON” yazdı.
11 Ocak 2010 Pazartesi
ramon tamir atölyesi yirmi dört
1 Kasım 2009 Pazar
tekmili birden (1-23)
not: yirmi dört, kasım'da, oyungezer'de.
bir.
Dönerin sıcağı yakmıştı tenini Ramon’un, “yeter” dedi, içeri girdi. Babasını düşündü, hiç sıkılmadan dururdu dönerin başında, iç geçirdi. Bir bardak soğuk ayran koydu, elini yorgunlukla duvara yasladı ve o anda her şey birbirine girdi. Zaman büküldü, mekan yarıldı. Şimdi dönerci dükkanının karşısında duruyordu yine ama her şey bir garipti. Kapıda “Ramon Tamir Atölyesi” yazıyordu...
iki.
Birkaç dakika hiçbir şey anlamadan dikildi kapının önünde, ne demekti bu? Dönercisine ne olmuştu? Sorgulamaları tiz bir sesle kesildi. “Bunları nereye koyalım usta?” dediğini duydu yanına yaklaşan 1 metre boylarında bir adamın. Cevabını dinlemeden içeri gitmişti gerçi, herhalde öylesine sorulan, düzenleyici sorulardan biriydi. Tam kendi sorgulamalarına geri dönecekti ki, havanın soğuğunu hissetti en derininde. Ramon Tamir Atölyesi’nin içine girdi ürkek adımlarla.
üç.
“Atölye”nin içi, küçücük bir alana sıkışmış kocaman bir dünyaydı adeta. Dönerci dükkanından daha büyük olmadığını görüyordu Ramon, ama atölyenin her köşesine “derinlik” büyüsü yapılmış gibiydi. Dört duvara sonsuza uzanan kitaplıklar monte edilmişti sanki. Ramon kafasını kaldırdı ama kitaplığın nerede bittiğini göremedi, oysa tavan çok alçaktı. Etrafta hummalı bir koşturmaca vardı; ufak adamlar ve kadınlar kitap taşıyor, rafları düzenliyor, gizli gizli çene çalıyorlardı. “Hoşgeldiniz efendim” dedi sonra arkasından bir ses. İrkilerek döndü Ramon...
dört.
Ona seslenen adam da içeride gördüğü diğerleri gibi kısacıktı. Birbirine girmiş saç ve sakalları yere değiyordu, papyonu kaymış, üstü başı toz içindeki takım elbisesi ise üzerine boldu. Ramon’dan cevap beklemeden konuşmaya başladı, bu Atölye’dekilerin ortak bir özelliği olmalıydı: “Bugün nasılsınız efendim? Hava güzel değil mi? Sizin için üç tane kitap ayırdım hangisiyle başlamak istersiniz? Aslında bence bu olmalı, yok yok şu, hah evet işte.”
beş.
En sonunda elinde tuttuğu üç kitap arasında bir tanesine karar vermiş, onu Ramon’a gösteriyordu. Tozlu kapağın üstünden zar zor okudu kitabın adını: “Don Kişot”. Yüksek sesle tekrar etti ismi ve o anda kör edici bir ışık tüm odayı doldurdu. Gözünü yeniden açtığında bir eşeğin üstündeydi.
altı.
50 metre önünde kendisininkine benzeyen çelimsiz bir eşeğin üzerinde oval şapkalı, kısa boylu bir adam vardı. Onun yanıbaşında ise demir zırhlar içinde bir atlı. Bu sahneyi okumuştu, rüya görüyor olmalıydı, bu gerçek olamazdı: Ramon Don Quijote romanının içine düşmüştü. Tam o sırada sesi geldi kulağına Don Quijote'nin “Bak şuraya, arkadaşım Sancho Panza, ileride otuz ya da biraz fazla, yel değirmeni var.” Bu işte bir terslik vardı...
yedi.
Şövalyenin gösterdiği yöne bakınca, gerçekten de yel değirmenlerini gördü. Böyle olmamalıydı, bir şeyler yapmalıydı. Don Quijote ve Sancho Panza'ya göre geniş bir yay çizerek, onlara görünmeden koşturdu eşeğini. Değirmenlere kadar vardıktan sonra daha da beter mahmuzladı eşeği, şövalyeyle uşağının yanına doğru tekrar. Garip hayvan çok yorulmuştu oysa, gidemedi daha fazla. Atladı eşekten bunun üzerine, koşmaya başladı, ve bağırmaya: “İmdat! Efendimiz, kurtarın beni bu vahşi devlerden!”
sekiz.
Don Quijote ve Sancho Panza kendisine doğru döndüğünde, Ramon şövalyenin gözlerindeki değişimi gördü, heyecan ve öfke karışmıştı bakışlarına. Nefes nefeseydi Ramon, konuşmaya çalıştı: “Efendimiz… devler… çok fazla…” Susturdu onu şövalye, “Tamam çocuk, görüyorum.” Değirmenlere bakarak uşağına seslendi “…. ileride otuz ya da biraz fazla, azman dev var….” Son kelimeler ağzından dökülür dökülmez bir fırtına çıktı, göz gözü görmez oldu.
dokuz.
Ramon’un vücudu dayanamadı fırtınaya, sürüklendi, bayıldı. Ağzındaki buruk kan tadıyla uyandı sonra, Atölye’deydi. Etrafını küçük adamlar sarmıştı yine. Doğruldu, ne olduğunu sormak istemedi, soramadı. Kendisini Don Quijote'ye göndermiş olan adam hemen karşısındaydı. “Çok iyiydiniz efendim, yoruldunuz. Ama dinlenecek hiç vakit yok. Uzun bir yolculuğa çıkmanız gerekiyor.” dedi. Ramon bir şey şöyleyemeyeceğini biliyordu, sustu. Adam o zamana kadar arkasında gizlediği ellerinde bir kitap tutuyordu şimdi. Ramon'a kendi rolünü oynamak düştü, okudu: “Küçük Prens”.
on.
Ağzına dolan kumun boğazına kaçıp onu öksürtmesiyle uyandı. Çok sıcaktı. Çöldeydi. Ayağa kalktı, ağzındaki kumları tükürdü. Sıvı olan her şey buharlaşıyordu ve bu normaldi. İleride bir uçak ve motorunu inceleyen bir pilot vardı. Sonra Ramon ve pilot, bir çocuk sesi duydular: “Lütfen bana bir keçi resmi çizin.”
on bir.
Pilotun hemen arkasında, beyaz kıyafetli, sarı saçlı ve sarı atkılı, ince, çok narin bir çocuk duruyordu. Yaşını tahmin etmeye imkân yoktu, üzerindeki kırılganlık zamandan bağımsızdı adetâ. “Bana bir keçi resmi çizin lütfen.” diye tekrarladı isteğini çocuk, pilot ne olduğunu anlamadan ama çocuğu başından savmak için bir şeyler karaladı kağıda. “Keçi değil” dedi Ramon kendi kendine, “keçi de nereden çıktı?”. “Keçilerin boynuzları çok acıtır!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Kafasını çevirirken pilota eşlik etme sırası çocuğa gelmişti şimdi.
on iki.
Üç yabancı, uçağın yanında birbirlerine garip garip bakıyorlardı. Önce sarı atkılı çocuk konuştu pilota bakarak “Bir keçi çizmenizi istemiştim”. Pilot çocuğu başından savmak için olsa gerek, kağıda bir şeyler karaladı ve çocuğa verdi. “Al, keçin bu kutunun içinde.” Çocuğun gözleri ışıldadı sevinçten, tam teşekkür edecekti ki, Ramon karıştı lafa: “Ama nasıl olur, keçinin boynuzları bu kutuyu parçalar, keçi kutudan kaçar.” “Bunu hiç düşünmemiştim” dedi çocuk, “keçi kutudan kaçarsa gülüme ne olur?” “İşte!” dedi Ramon, “ona bir koyun çizer misiniz?” dedi pilota. Pilot tekrar çıkarttı kâğıt-kalemini, yeniden çizmeye başladı. Asıl olan şeyleri gözler göremiyordu. Ramon derin bir uykuya yattı...
on üç.
Gözlerini Atölye'de açtı Ramon, her zamanki gibi. Sol omzunda aynı küçük adamın küçük elleri vardı, “Hoşgeldiniz efendim, yine çok iyiydiniz” dedi. Ramon adamın yüzüne baktı, aynı gülümseyen ifade hiç değişmemişti. Etrafına baktı, harıl harıl çalışan diğer küçük adamların oradan oraya kitap taşımasını, yerlere çökmüş olanların kitaplardan notlar almasını, merdivenin üzerindeki iki tanesinin kitapları üst raflara yerleştirmesini seyretti bir süre. “Neden?” dedi belli belirsiz. “Bir kelimeyi tersten yazmak, yanlış yazmak mıdır?” dedi küçük adamların en büyüğü cevap yerine. Ramon soran gözlerini tekrar adama çevirdi, “adınız nedir?” diye sordu. “'Küçük adam'ın yetersiz geleceğini biliyordum” dedi küçük adam bunun üzerine, “adım Turkut”. Hemen ardından ekledi: “K'yle”.
on dört.
“Hiç duymamıştım” dedi Ramon. “Kendi isminizi hiç duymuş muydunuz?” diye sordu Turkut. Ramon şaşırdı, isminin çok normal olduğuna emindi. “Yani”, diye devam etti Turkut, “eğer İspanyol ya da Güney Amerikalı bir tanıdığınız yoksa...” Yoktu. Ramon kendi ismi üzerinde düşünürken -belki de hayatında ilk kez-, Turkut arkasını döndü, kitap raflarına bakmaya başladı. Zaten hangi tarafa dönerse dönsün kitap raflarına bakmaya başlayacaktı. İşaret parmağını raflardaki kitapların üzerinde gezdirdi, aradığını bulunca durdu. “Bunu okumuş muydunuz?” dedi yeniden Ramon'a dönerken. Elinde “Alice Harikalar Diyarında”yı tutuyordu. “Evet”, dedi Ramon, “çok küçükken”. Turgut hafifçe gülümsedi: “Bu baskısına bayılacaksınız”.
on beş.
Kitabın ismini oluşturan kelimeler Turkut'un ağzından dökülür dökülmez, bir boşlukta hissetti kendini Ramon ve yerçekimi olduğunu sonradan fark ettiği müthiş bir kuvvet onu aşağı çekmeye başladı. Ramon düşüyordu. Düş babam düş, düş, düş. Bu düşüş hiç sona ermeyecek miydi acaba? Neden sonra kendini çimlerin üzerinde, bir ırmak kıyısında buldu Ramon. Hemen ötesinde iki genç kız, birisi diğerinden biraz daha büyük, oturuyorlardı. Derken yanlarından pembe gözlü ve yelekli bir Koyun koşarak geçti, geçerken de “Eyvah, eyvah! Çok gecikiyorum!” diye mırıldandı, bu sırada cebindeki saatine de bakıyordu. Kızlardan küçüğü onun peşinden koşmaya başladı. Ramon daha önce yelekli, saatli ve konuşan bir koyun görmemişti.
on altı.
Gittikçe garipleştikçe gittikçe garipleşiyor! Bu bir içses miydi, yoksa başkası mıydı konuşan, anlayamadı Ramon. Ama şüphe yoktu, gittikçe garipleştikçe gittikçe garipleşiyordu, kelimelerin sıralanma biçiminden belliydi bu. O da koşmaya başladı, koyunun peşinden koşan kızın peşinden. Koyun bir deliğe atladı, küçük kız onu takip etti, en arkadan da Ramon geldi. Düzeltilmesi gereken bir şeyler olduğunu biliyordu Ramon, bu sahne başka türlü yazılmalıydı. Düş babam düş'tüler, yine. Sonsuza süren bir düşme, sonsuzun sonu gelmeden bitti. Önce koyun, sonra kız, sonra Ramon. Koyun kıza, kız Ramon'a, Ramon ikisine birden baktı. İlk söz evsahibinindi: “Ramon ve Alice, sonunda.”
on yedi.
“Fakat nasıl olur,” dedi Alice, “ismimi nereden biliyorsunuz?”. “Biz Harikalar Diyarı'nda”, dedi Koyun, “her şeyi biliriz.” “Konuşan bir koyun”, dedi Ramon, “çok yanlış, düzeltilmesi gerek.” “Ne çok değiştin,” dedi Koyun, “ayranı içtiğinden beri.” Sonra Alice'e döndü, “Bu boy da ne böyle?” diye sordu. Alice şaşkınlıkla önce kendi vücuduna, sonra etrafına baktı, minnacık kalmıştı. “Ama efendim”, dedi, “neler oldu böyle?” Sesini ancak yanındaki tırtıla duyurabildi ama, diğerleri Alice'i duyamayacak kadar yüksekteydiler. Tırtıl, “Sen kimsin?” diye sordu, Alice utana sıkıla, “Şey, ben, ben de şu anda bilmiyorum efendim”, dedi, “bu sabah yataktan kaktığımda kim olduğumu biliyordum ama, o zamandan bu yana o kadar çok değiştim ki.” Belli ki herkes değişiyordu.
on sekiz.
Ramon Koyun'la, Alice de Tırtıl'la hiçbir şey anlamadan her şeyi anlamaya uzandıkları o belirsiz yolda garip konuşmalar içindeydiler. Tırtıl Alice'in boyuna ve kim olduğuna takmıştı, ona göre zaten herkes sabahtan akşama değişirdi, Alice'in bunu anormal buluyor olmasını anormal buluyordu. Ramon ise Koyun'la girdiği diyalogda tamamen kaybolmuştu. “Siz bir Koyun olmamalıydınız” dedi önce Ramon, “Haklısın” diye cevapladı Koyun. Sevinmişti Ramon, bu sefer işler kolay olacak gibiydi, ikna her şeyi çözerdi bazen. “Bir Tavşan, elbette, sizin yerinizde olması gereken.” dedi kendinden emin biçimde. “Hayır”, dedi Koyun gülerek, “fena yanıldın Ramon. Bir Goyun'um ben.”
on dokuz.
“Bir Goyun”, diye şaşırdı Ramon, “ne ola ki?” “Sonsuz değişime” diye irkildi Alice, “nasıl dayanılabilir ki?” “Uyan artık, Alice'ciğim!” dedi Alice'in ablası, “Bu ne uykusu böyle!”. “İlk kez”, dedi Turkut sanki önceden biliyormuş gibi, “beceremediniz, tebrikler.” “Öyle acayip bir düş gördüm ki!” dedi Alice kafasını kaldırırken. “Ne tebriği?” derken doğruldu Ramon, “becerememişim işte, becerilecek olan neyse.” “Becerememeyi öğrenmekti becerilecek olan, tebrikler” diye tekrarladı kendini Turkut. “Lafı uzatamam, yeni göreviniz sizi bekliyor.” “Fakat Alice?” diye sordu Ramon, “ona ne oldu?” “Birçok şey” diye cevapladı Turkut, “sıra sizde”. Çok ince bir kitap uzattı Ramon'a. Ramon kapağa baktı. İrkildi. Kitabın adı “Ramon Tamir Atölyesi”ydi, bazılarının bekledği üzere.
yirmi.
İçe bir yolculuk başladı sonra. Ramon’un vücudu binbir şekil aldı, eciş bücüşler ırkına katıldı, kendi ağzından içeri kaçtı. Nemli, sıcak ve yumuşaktı. Karanlıktı. Uzun bir yolculuktan sonra, poposundan dışarı, yere düştü. Kuru, serin ve sertti. Duvarlar, yerler ve belki de göremediği mobilyalar bembeyazdı. İleride siyahlar içinde bir adam gördü, boşlukta otururuyor gibiydi, önüne eğilmiş, olmayan bir zeminin üzerinde yazı yazıyordu sanki.
yirmi bir.
Yokluğun, boşluğun ya da mükemmel beyazlığın içinde yürüdü Ramon. Adımlarından ses çıkıyor muydu bilmiyordu, ama o duymuyordu. Siyahlar içindeki adam da duymuyordu belli ki, ya da aldırış etmiyordu. Yaklaştıkça gözleri kamaştı Ramon’un, adamın siyah kıyafeti geri kalan her şeyin beyazlığına karıştı, siyah beyazı içine aldı, beyaz siyahı ayrıştırdı. Bir an için her şey Times New Roman’dı. Oysa Ramon ne zamandır hiç yazı yazmamıştı. Adamın etrafında buruşturulup atılmış kâğıt parçaları gördü. Yanına geldiğinde sordu, “ne yapıyorsunuz?” Ramon’a baktı, cevap verdi adam, “Roman yazıyorum.”
yirmi iki.
“Ne hakkında yazıyorsunuz?” diye sordu Ramon, çocuk olmanın verdiği “her şeyi sorabilir olma” hissini sonuna kadar sömürerek. “Bir çocuğun hikâyesini” diye kestirip attı adam, sıkılmıştı sorulardan. “Nasıl bir hikâye?” diye üsteledi Ramon. “Yanlış yazdığım bir hikâye” dedi, sadece sıkılmamıştı, aynı zamanda sıkıntılıydı da adam. Ramon’un yeni bir şey sormasına izin vermeden devam etti: “Ama yanlışın nerede olduğunu bilmiyorum.” Ramon en derininde bir sızı duydu. Adamın çaresizliği Ramon’un başını vurduğu bir yerdi sanki, başının acısı içine gömdüğü tüm acıları yerinden oynatmıştı. Ağlamaya başladı. Gözyaşları adamın önündeki kağıdı ıslattı.
yirmi üç.
Islanan kâğıdın üstündeki yazıların mürekkepleri dağıldı, bir bulamaca döndü adamın kotarmayı beceremediği romanın taslağı. Ramon özür diledi, ağlaması durmuştu. “Boşver” dedi adam, “zaten bir türlü olmuyordu...” Önündeki kâğıt tomarını aldı, Ramon’a uzattı, “şunları atar mısın?” dedi. Çocuk tomarı sıkıca tuttu, sıkıca tutulan tomarın uçları kıvrıldı, mürekkebi henüz dağılmamış olan hikâyenin başlığını gördü. Kararsız çizgiler “Ramon Tamir Atölyesi” diyordu. Anladı Ramon. Yazarın hatası çok basitti, ama en göz önüne, yani en iyi yere saklanmıştı. Adamın önünde duran kalemi aldı eline, kâğıt tomarını bembeyaz masanın üzerine koydu, “Ramon”un üstünü çizdi. Derin bir nefes aldı, gözyaşlarını içine akıttı, yerine “Roman” yazdı. “Roman Tamir Atölyesi”. Artık her şey yerli yerindeydi.
6 Aralık 2008 Cumartesi
onbir.
pilotun hemen arkasında, beyaz kıyafetli, sarı saçlı ve sarı atkılı, ince, çok narin bir çocuk duruyordu. yaşını tahmin etmeye imkân yoktu, üzerindeki kırılganlık zamandan bağımsızdı adetâ. “bana bir keçi resmi çizin lütfen.” diye tekrarladı isteğini çocuk, pilot ne olduğunu anlamadan ama çocuğu başından savmak için bir şeyler karaladı kağıda. “keçi değil” dedi ramon kendi kendine, “keçi de nereden çıktı?”. “keçilerin boynuzları çok acıtır!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. kafasını çevirirken pilota eşlik etme sırası çocuğa gelmişti şimdi.
5 Kasım 2008 Çarşamba
on.
ağzına dolan kumun boğazına kaçıp onu öksürtmesiyle uyandı. çok sıcaktı. çöldeydi. ayağa kalktı, ağzındaki kumları tükürdü. sıvı olan her şey buharlaşıyordu ve bu normaldi. ilerde bir uçak ve motorunu inceleyen bir pilot vardı. sonra Ramon ve pilot, bir çocuk sesi duydular: “lütfen bana bir keçi resmi çizin.”
7 Ekim 2008 Salı
dokuz.
ramon’un vücudu dayanamadı fırtınaya, sürüklendi, bayıldı. ağzındaki buruk kan tadıyla uyandı sonra, atölye’deydi. etrafını küçük adamlar sarmıştı yine. doğruldu, ne olduğunu sormak istemedi, soramadı. kendisini don quijote'ye göndermiş olan adam hemen karşısındaydı. “çok iyiydiniz efendim, yoruldunuz. ama dinlenecek hiç vakit yok. uzun bir yolculuğa çıkmanız gerekiyor.” dedi. ramon bir şey şöyleyemeyeceğini biliyordu, sustu. adam o zamana kadar arkasında gizlediği ellerinde bir kitap tutuyordu şimdi. ramon'a kendi rolünü oynamak düştü, okudu: “küçük prens”.
3 Ağustos 2008 Pazar
sekiz.
don quijote ve sancho panza kendisine doğru döndüğünde, ramon şövalyenin gözlerindeki değişimi gördü, heyecan ve öfke karışmıştı bakışlarına. nefes nefeseydi ramon, konuşmaya çalıştı: “efendimiz… devler… çok fazla…” susturdu onu şövalye, “tamam çocuk, görüyorum.” değirmenlere bakarak uşağına seslendi “…. ileride otuz ya da biraz fazla, azman dev var….” Son kelimeler ağzından dökülür dökülmez bir fırtına çıktı, göz gözü görmez oldu.
10 Temmuz 2008 Perşembe
yedi.
şövalyenin gösterdiği yöne bakınca, gerçekten de yel değirmenlerini gördü. böyle olmamalıydı, bir şeyler yapmalıydı. don quijote ve sancho panza'ya göre geniş bir yay çizerek, onlara görünmeden koşturdu eşeğini. Değirmenlere kadar vardıktan sonra daha da beter mahmuzladı eşeği, şövalyeyle uşağının yanına doğru tekrar. garip hayvan çok yorulmuştu oysa, gidemedi daha fazla. atladı eşekten bunun üzerine, koşmaya başladı, ve bağırmaya: “imdat! efendimiz, kurtarın beni bu vahşi devlerden!”